18 Haziran 2014 Çarşamba

Siegfried Lenz - Umursamazlık

Finlandiyalı geldiğinde ay sonuydu. Ben mutfaktaki kanepeye uzanmış sigara içiyordum. Üzerimde paltoyla birkaç saattir orada duruyor, Ella'yı garson olarak çalıştığı Eisdiele'den almam gerekip gerekmediğini düşünüyordum. O sırada Finlandiyalı kapıyı çaldı. Yüzü pürüzsüz ve gergin, kalıplı bir adamdı, kolunun üzerinde bir pardösü vardı, karamel rengi diplomat çantasını önüne, ayaklarının arasına koymuştu. Gülümseyerek yüzüme bakıyor ama konuşmuyordu. Yüzünde açıkça ve sessizce beni değerlendirdiğini belli eden bir ifade vardı. Ben daha ona bir şey soramadan, memnun bir ifadeyle başını sallayıp çantasını yerden aldı ve beraberinde sirke gibi ekşi bir kokuyla, içeriye, mutfağa girdi.
Tek sıkıntımız para, dedim, başka bir şey değil, onun dışında her şeyimiz bolca var.
Kafasını sallayıp hem şaşırır hem de geçiştirmeye çalışır gibi bir el hareketi yaptı. Bir an, bu iş için ziyarette bulunduğu ilk kişi olmadığım sonucunu çıkardığım zoraki bir şaşkınlık dolaştı yüzünde. Sonra mutfağı şöyle bir süzdü, kanepeye doğru gitti ve kanepenin kaşındırıcı kumaşına, sıktığı yumruklarının tüm gücüyle bir hamlede vurarak yaylarını kontrol etti. Sonunda lavabonun önündeki iskemleye oturdu. Sigara tabakasını çıkarıp son iki sigarasından birini bana uzattı. Hiç konuşmadan sigaralarımızı içerken dikkatle gazlı ocağı inceliyordu. Birden ayağa kalkıp Finlandiyalı olduğunu ve şehirde birtakım işleri olduğunu söyledi. Birazdan evde olacak Elsa'yı düşündüm, döndüğünde bitkin olacaktı. Kati bir acınma ifadesiyle ona baktım. Bu ifadeyi ve içinde yatan sessiz talebimi hemen anladı. Bana yaklaşıp mutfağımızı ona kiralamaya razı olup olmadığımı sordu. Yavaşça kendi etrafında şöyle bir döndü ve uzattığı elleriyle, isteğinin mütevazılığını izah edercesine, tüm istediğim bu, fazlası değil demek ister gibi daracık odayı gösterdi. Gazlı ocağın yanına gitti ve elinde bir kibrit ya da ocağı yakacak herhangi bir şey olmadan gazı açıp kontol etti. Gazın yayılışından çıkan tıslamaya benzer sesi duyma umuduyla ocağın üzerine eğildi. Tekrar doğrulana kadar bekledim, sonra da ocağın parasının henüz ödenmediğini, hala taksitlerinin olduğunu ve ne zaman gaza ihtiyaç duysak ödeme yapmak zorunda olduğumuzu açıkladım. Bu açıklama onu ikna etmiş olmalıydı ki hak verir gibi başını salladı ve sanki anlaşmışız gibi bir tonla, mutfağı ne zamandan itibaren kullabileceğini sordu ve gaz ocağını fazlaca kullanacak olmasını bana nasıl açıklayabileceğini bilmediğini söyledi. Bir elini cebini atmış, bozuk paraları birbirine sürtüyordu. Onunla sohbet etmek, bu şehirde ne işi olduğunu ya da mutfağı kiralamasına neyin neden olduğunu öğrenmek istemiyordum.
Sonra bana tekrar yaklaştı, sırıtarak safran sarısı bir cüzdan çıkardı, avcumu açıp tüm parayı içine saydı - üç yeşil yirmilik. Ardından elimi kapattı ve boş cüzdanını ceketine geri koydu. Bir kez daha etrafımda dolaşıp bizi uzun süre mutfaktan mahrum bırakmayı düşünmediğini söyledi. Sadece işi bitene kadar kalmak istiyordu. Altmış markın hakkını vermek gibi bir niyeti olmadığını, belki de günün kalan kısmının bile yeterli olacağını söyledi. Banknotlar gerçekti. Paraları paltonun açık cebine koyup bir anda Elsa'yı gidip işten almaya karar verdim. Daha kapıyı kapatmamıştım ki Finlandiyalının kendini nasıl kanepenin üzerine bırakıverdiğini ve ancak ağır şeylerin düşüşünde çıkan bir gürültüyle ayakkabılarını çıkardığını duydum.

Elsa hikayeyi duyunca şaşırmıştı. Ona, gel, dedim şimdi bir sergiye gidiyoruz, sonra da yemek yer ve sinemaya gideriz.
'Mutfağımızda ne yapıyor ki?' dedi Elsa. 'Ne? Ocağı mı kullacak? Ortalığı toparladın mı?'
O sırada sanat okulundan bir grup insan sergi alanından çıkmış bize doğru yürüyor, Elsa peşimden geliyordu. 'Finlandiyalı ciddi bir adam. Bana önceden altmış mark ödeme yaptı. Şimdi benimle geliyorsun, bugün misafirimsin, geri kalan her şey bekleyebilir.' dedim.
Sinemada, ki geldiğimizde film çoktan başlamıştı, Elsa tek kelime etmeden aniden ayağa kalktı, sanki benimle birlikte gelmemiş gibi sıraların arasından insanları ite kaka geçip aşağılanmış gibi çıkışa gitti. Onu takip etmek için kalktım, koltuk yaylanarak geri katlandı. Sıra boyunca alçak sesli homurdanmalar ve koltuk gıcırtıları oluştu ve sesler koridora kadar peşimden geldi. Elsa, sinemanın serin holünde beni bekliyordu. Çaresizce başını salladı ve eve doğru yürümeye başladı. Yolda yürürken bir tütün dükkanında, yeni çıkmış filtreli bir sigaranın reklamını gördüm. Denemek için gidip bir paket aldım ama çıktığımda Elsa ortalarda görünmüyordu.

Yavaş yavaş, yaşadığımız eve doğru yürümeye devam ettim. Elsa'dan hiç iz yoktu. En alt kattaki dairelerin kapıları açıktı ve komşular kapılarının önlerinde duruyorlardı. Beni görür görmez sustular, istemsizce geri çekiliyor, kafalarını sanki gizli bir şeyi doğrular gibi sallıyorlardı. Merdivenleri çıktığımda nasıl da ortaya döküldüklerini fark ettim. Aynı şekilde bütün kapıların açık durduğu diğer koridora kadar bana adım adım eşlik ettiler. Beni tanır tanımaz fısır fısır konuşmalarını kesip kontrol altında tuttukları bir dehşetle beni takip ettiler. Birinci kata vardığımda, evimize yaklaştıkça artan hafif bir gaz kokusu aldım. Dairenin olduğu koridora gelmiştim ki bir kadın üzerime atladı, ellerini havaya kaldırmış, küçük ağzını çığlık atmak üzere açmıştı. Ama kadının çığlığını duyup duymadığımı hatırlamıyorum. Ona aldırmayıp diğer yüzlere baktım. Koridorun alacakaranlığında bile konuşmadan beni aşağıladıklarını görebiliyordum ve daha eve adımımı bile atmadan, Finlandiyalı'yı çoktan alıp götürdüklerini biliyordum.  

(Onlarca, roman, kısa öykü, makale ve tiyatro oyunu yazan Siegfried Lenz, hem Almanya'da oluşan Savaş Sonrası Edebiyatının (Nachkriegszeit) hem de Almanya günümüz edebiyatının önemli isimlerinden olmayı başarmış, Goethe Ödüllü bir yazardır.)

Özgün ismi: Der Gleichgültige (1961) Çeviri: Anıl Alacaoğlu