11 Aralık 2014 Perşembe

Heinrich Böll - Elsa Baskoleit'in Ölümü

Önceden bizim oturduğumuz evin bodrum katı, Baskoleit adında bir bakkala kiralanmıştı. Koridorlarda, her zaman ayak altında duran portakal kasaları olur ve Baskoleit'ın gelecek çöp arabası için hazır bulundurduğu çürük meyveler kokardı. Buzlu camın yarattığı loşluğun ardından, onun kötü zamanlardan yakınan, doğu Prusya'ya özgü, kaba sesini sık sık duyardık. Ama esasında Baskoleit, mutlu bir adamdı. Ancak çocukların bileceği bir şekilde biz de çok iyi biliyorduk ki, ettiği küfürler sadece bir oyundu, bizi azarlamaları da öyle. Çoğu zaman bodrumdan caddeye uzanan basamaklardan birkaçını çıkar, cepleri elma ya da portakallarla dolu olur, onları bize bir topu fırlatır gibi fırlatırdı.

Ama Baskoleit'la ilgili asıl ilginç olan şey, dansçı olmak istediğinizi bildiğimiz, kızı Elsa'ydı. Belki de zaten bir dansçıydı. Yine de, aşağıda, Baskoleit'ın mutfağının yanındaki sarı badanalı bodrumda sık sık antrenman yapardı: Üzerinde yeşil bir atletle, ayak parmaklarının üzerinde duran, dakikalarca bir kuğu gibi süzülüp etrafta hızlıca dönen ya da sıçrayan, taklalar atan, solgun, zayıf, sarışın bir kızdı. Hava karardığında, odamın penceresinden onu görebiliyordum; pencerenin dik dörtgen biçiminin içinde parlak yeşile bürünmüş zayıf bedenini, solgun ve yorgun yüzünü, bazen sıçrarken saçları sarı kafasının çıplak ampule değişini, ampulün sallanmaya başlayıp sarı ışığıyla bir süreliğine gri avluyu daha da aydınlatışını görebiliyordum. Avlunun yukarısından orospu diye bağıran insanlar vardı ama ben orospunun ne demek olduğunu bilmiyordum, bazıları da ahlaksız diye bağırıyordu, bunun anlamını bildiğimi düşünmeme rağmen, Elsa'nın ahlaksızlıkla herhangi bir ilgisi olduğuna inanamıyordum.

Sonra Baskoleit'ın penceresi aniden açılır, kızartma yağının yarattığı buharın içinde, kocaman, kel kafası belirirdi. Açılmış mutfak penceresinden avluya düşen ışığın içinden, aşağıya, karanlık avluya, tek kelimesini anlamadığım bir dolu küfür savururdu. Kısa bir süre sonra, Elsa'nın odasına yeşil kadifeden bir perde takıldı, perde o kadar kalındı ki dışarıya neredeyse hiç ışık yansımıyordu. Ama ben her gece, bu donuk parıltılı dikdörtgene bakıyor, ona göremiyor olmama rağmen onu izliyordum: parlak yeşil atletinin içinde, çıplak ampülün altında dakikalarca süzülen zayıf, sarışın Elsa Baskoleit'i.

Çok geçmeden taşındık. Büyüdüğümde orospunun ne demek olduğunu ve ahlaksızlığın da ne olduğunu öğrendim. Bir sürü dansçıyı izledim ama hiçbiri, bir daha hakkında hiçbir şey duymadığım Elsa Baskoleit'in gittiği kadar hoşuma gitmedi. Sonra başka bir şehre taşındık ve savaş başladı; uzun bir savaş. Bir daha hiç Elsa Baskoleit'i düşünmedim hatta eski şehre geri döndüğümüzde bile. Toptan meyve satan birinin yanında şoför olana kadar, bir sürü farklı iş yapmayı denedim: bir kamyonla ortalıkta dolaşmaksa, gerçekte yapabildiğim tek şeydi. Her sabah bana bir liste, elma ve portakalla dolu kasalar ve erik dolu sepetler verilir, sonra şehre yollanırdım. Bir gün kamyonun yüklendiği bir yokuşta durmuş, depo görevlisinin araca yüklediklerini listemdekilerle karşılaştırırken muhasebeci, duvarları muz afişleriyle kaplı bürosundan çıkıp depocuya, 'Baskoleit'e mal gönderebilir miyiz?' diye sordu.
'Sipariş vermiş miydi? Siyah üzüm mü istedi?'
Muhasebeci evet deyip kulağının üzerinden kalemini aldı ve depocuya şaşkınlıkla baktı.
'Bazen' dedi depocu, 'bir şeyler sipariş ediyor;siyah üzüm. Neden bilmiyorum ama ona mal gönderemeyiz. Hadi acele edin!' diye bağırdı gri önlüklü işçilere.
Muhasebeci ofisine geri döndü ve ben daha fazla, gerçekten listemdekileri mi yüklediklerini kontrol edemedim. Gözümün önüne o dikdörtgen, hafif aydınlık mutfak penceresi geldi, Elsa Baskoleit'i dans ederken gördüm, zayıf, solgun, yeşiller içinde ve o gün bana verilen güzergahın dışına çıktım.

Altında oynadığımız sokak lambalarından sadece biri hala duruyordu, onun da kafası kırılmış, sadece direği kalmıştı. Evlerin çoğu zarar görmüştü. Kamyon, yoldaki çukurlar yüzünden tangır tungur gidiyordu. Daha önce çocuk kaynayan sokakta şimdi sadece bir tane çocuk vardı: yıkık bir duvarın üzerinde oturmuş, bezgin, beyazımsı tozun üzerine şekiller çizen, solgun, siyah saçlı bir çocuk. Ben önünden geçerken kafasını kaldırıp baktı ama sonra yine boynunu büktü. Baskoleitların evinin önünde durdum ve indim. Küçük pencereleri toz içindeydi, kartondan piramitler çökmüş, yeşil mukavva kirden siyahlaşmıştı. Evin yamalı duvarlarına baktım ve tereddütle dükkana açılan kapıyı itip yavaşça aşağıya indim. Kapının yanındaki bir kartonun üzerine yığılmış, nemlenmiş baharatlar ekşi ekşi kokuyordu. Sonra Baskoleit'in sırtını ve kasketinin altından beyaz saçlarını gördüm ve sirkeyi büyük bir fıçıdan şişelere doldurmanın onun için ne zahmetli bir iş olduğunu fark ettim. Besbelli tıkacı doğru kullanamıyordu. Asitli sıvı parmaklarının üzerinden akıyordu. Yerde, ahşap zeminde ekşi ekşi kokan, ayaklarının altında gıcırdayan bir birikinti oluşmuştu bile. Tezgahın başında, ona ilgisizce bakan kırmızı paltolu cılız bir kadın duruyordu. Sonunda şişeleri doldurmuş gibiydi, ağızlarını mantarla kapattı. Az önce kapıda söylediğimi tekrar söyledim, alçak sesle, 'İyi günler' ama kimse beni cevaplamadı. Baskoleit şişeleri tezgaha koydu. Yüzü solgun ve traşsızdı. Kadına şöyle bir bakıp 'Benim kızım öldü, Elsa.' dedi.
'Biliyorum' dedi kadın boğuk bir sesle. 'Beş yıldır biliyorum. Bana ince kum lazım.'
'Benim kızım öldü.' dedi Baskoleit. Kadına baktı, sanki yeni bir şeyi söylüyormuş gibi çaresizce baktı kadına. Kadın, 'Ambalajsız olanından bir kilo.' dedi. Baskoleit tezgahın altından siyah bir fıçı çıkardı, bir ölçü küreğiyle içini karıştırdı, sonra titreyen elleriyle sarı yığını gri bir kese kağıdına aktardı. 'Benim kızım öldü.' dedi. Kadın susuyordu. Ben de etrafı inceledim ama tozla kaplanmış erişte paketlerinden, vanası hafifçe damlatan sirke fıçısından, bir kum yığınından ve üzerinde artık yıllardır olmayan bir çikolatayı sırıtarak yiyen sarışın bir çocuk resmi olan emaye levhaden başka bir şey göremedim. Kadın şişeyi koynuna sakladı ve ince kum paketini de yanına yerleştirdi. Tezgahın üzerine biraz bozuk para attı. Dönüp yanımdan geçerken bir parmağıyla yavaşça alnına vurarak bana doğru gülümsedi.

Aklımdan bir sürü şey geçti, burnumun daha tezgahın köşesine bile değmediği kadar küçük olduğum zamanları düşündüm. Artık hiç uğraşmadan, şimdi tozlu galeta unu paketleriyle dolu, bir kek firmasının adını taşıyan cam kutuya bakabiliyordum. Bir an için küçülüverdiğimi ve burnumun kirli tezgahın köşesine değdiğini, bonbon almak için elimde tuttuğum bozuk paraları hissettim. Elsa Baskoleit'i dans ederken gördüm ve bahçeden ona orospu ve ahlaksız diye bağıran insanları duydum, ta ki Baskoleit'ın sesi beni uyandırana kadar.
'Benim kızım öldü.' Bunu öyle istemsiz tekrarlıyordu ki neredeyse hiçbir şey hissetmiyormuş gibiydi. Küçük vitrinin önünde durmuş sokağa bakıyordu.
'Evet,' dedim.
'Elsa öldü.' dedi
Tekrar 'evet' dedim. Elleri kirli gri önlüğünün ceplerinde sırtını bana döndü.
'Üzümü çok severdi – siyah üzümü. Ama şimdi öldü.'
Ne istersiniz ya da nasıl yardımcı olabilirim demiyordu. Vitrinin önündeki damlatan sirke fıçısının yanında durmuş, bana hiç bakmadan 'Benim kızım öldü' ya da 'O öldü' diyordu.
Zaman etrafımda yavaşça akıp giderken hiç bitmeyecekmiş gibi uzunca bir süre orada öylece kaybolmuş, unutulmuş gibi durdum. Ancak yine bir kadın dükkana girdiğinde kendime gelebildim. Kısa boylu, tombul bir kadındı, göbeğinin önünde bir alışveriş çantası tutuyordu. Baskoleit kadına dönüp 'Benim kızım öldü.' dedi. Kadın da 'evet' deyip bir anda ağlamaya başladı, sonra da ağlayarak 'İnce kum lütfen, ambalajsız olanından, bir kilo.' dedi. Baskoleit tezgahın arkasına geçti, ölçü küreğini fıçıya daldırdı. Ben çıktığımda kadın hala ağlıyordu.

Yıkık duvarın üzerinde oturan solgun, siyah saçlı çocuk, kamyonun basamağına çıkmış merakla kontrol paneline bakıyordu. Açık camdan içeriye uzanıp sinyal kolunu sağa sola oynattı.
Ben birden arkasında belirince çocuk korktu. Çocuğu tutup solgun, korku dolu yüzüne baktım, kamyonda yüklü kasaların birinden bir elma alıp çocuğa verdim.
Onu bıraktığımda şaşkın şaşkın yüzüme baktı, o kadar şaşırmıştı ki ben korktum ve kamyona binip gitmeden önce, çoğunun ceplerini bir elmayla daha, sonra bir elmayla daha doldurdum, elmaları ceketinin içine tıkıştırdım, bir sürü elma.


(Heinrich Böll, 1972'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüş Alman yazar. 1938'de önce çalışma kampına, sonra askere alındı, piyade olarak doğu ve batı ceplerine katıldı. 1945'te İngiliz ve Amerikalılar tarafından esir alındı. Savaş bitince Köln'e dönüp üniversite eğitimine ve yazmaya başladı. En ünlü romanı 'Ve O Hiçbir Şey Demedi'yi (und sagte kein einziges Wort) savaşta yaralanan dizini tedavi ettirebilmek için 5 gün içinde yazdı ve kazandığı parayla iyileşip kariyerine devam etti.)  

Özgün İsmi: Der Tod der Elsa Baskoleit (1961) Çeviri: Anıl Alacaoğlu

18 Haziran 2014 Çarşamba

Siegfried Lenz - Umursamazlık

Finlandiyalı geldiğinde ay sonuydu. Ben mutfaktaki kanepeye uzanmış sigara içiyordum. Üzerimde paltoyla birkaç saattir orada duruyor, Ella'yı garson olarak çalıştığı Eisdiele'den almam gerekip gerekmediğini düşünüyordum. O sırada Finlandiyalı kapıyı çaldı. Yüzü pürüzsüz ve gergin, kalıplı bir adamdı, kolunun üzerinde bir pardösü vardı, karamel rengi diplomat çantasını önüne, ayaklarının arasına koymuştu. Gülümseyerek yüzüme bakıyor ama konuşmuyordu. Yüzünde açıkça ve sessizce beni değerlendirdiğini belli eden bir ifade vardı. Ben daha ona bir şey soramadan, memnun bir ifadeyle başını sallayıp çantasını yerden aldı ve beraberinde sirke gibi ekşi bir kokuyla, içeriye, mutfağa girdi.
Tek sıkıntımız para, dedim, başka bir şey değil, onun dışında her şeyimiz bolca var.
Kafasını sallayıp hem şaşırır hem de geçiştirmeye çalışır gibi bir el hareketi yaptı. Bir an, bu iş için ziyarette bulunduğu ilk kişi olmadığım sonucunu çıkardığım zoraki bir şaşkınlık dolaştı yüzünde. Sonra mutfağı şöyle bir süzdü, kanepeye doğru gitti ve kanepenin kaşındırıcı kumaşına, sıktığı yumruklarının tüm gücüyle bir hamlede vurarak yaylarını kontrol etti. Sonunda lavabonun önündeki iskemleye oturdu. Sigara tabakasını çıkarıp son iki sigarasından birini bana uzattı. Hiç konuşmadan sigaralarımızı içerken dikkatle gazlı ocağı inceliyordu. Birden ayağa kalkıp Finlandiyalı olduğunu ve şehirde birtakım işleri olduğunu söyledi. Birazdan evde olacak Elsa'yı düşündüm, döndüğünde bitkin olacaktı. Kati bir acınma ifadesiyle ona baktım. Bu ifadeyi ve içinde yatan sessiz talebimi hemen anladı. Bana yaklaşıp mutfağımızı ona kiralamaya razı olup olmadığımı sordu. Yavaşça kendi etrafında şöyle bir döndü ve uzattığı elleriyle, isteğinin mütevazılığını izah edercesine, tüm istediğim bu, fazlası değil demek ister gibi daracık odayı gösterdi. Gazlı ocağın yanına gitti ve elinde bir kibrit ya da ocağı yakacak herhangi bir şey olmadan gazı açıp kontol etti. Gazın yayılışından çıkan tıslamaya benzer sesi duyma umuduyla ocağın üzerine eğildi. Tekrar doğrulana kadar bekledim, sonra da ocağın parasının henüz ödenmediğini, hala taksitlerinin olduğunu ve ne zaman gaza ihtiyaç duysak ödeme yapmak zorunda olduğumuzu açıkladım. Bu açıklama onu ikna etmiş olmalıydı ki hak verir gibi başını salladı ve sanki anlaşmışız gibi bir tonla, mutfağı ne zamandan itibaren kullabileceğini sordu ve gaz ocağını fazlaca kullanacak olmasını bana nasıl açıklayabileceğini bilmediğini söyledi. Bir elini cebini atmış, bozuk paraları birbirine sürtüyordu. Onunla sohbet etmek, bu şehirde ne işi olduğunu ya da mutfağı kiralamasına neyin neden olduğunu öğrenmek istemiyordum.
Sonra bana tekrar yaklaştı, sırıtarak safran sarısı bir cüzdan çıkardı, avcumu açıp tüm parayı içine saydı - üç yeşil yirmilik. Ardından elimi kapattı ve boş cüzdanını ceketine geri koydu. Bir kez daha etrafımda dolaşıp bizi uzun süre mutfaktan mahrum bırakmayı düşünmediğini söyledi. Sadece işi bitene kadar kalmak istiyordu. Altmış markın hakkını vermek gibi bir niyeti olmadığını, belki de günün kalan kısmının bile yeterli olacağını söyledi. Banknotlar gerçekti. Paraları paltonun açık cebine koyup bir anda Elsa'yı gidip işten almaya karar verdim. Daha kapıyı kapatmamıştım ki Finlandiyalının kendini nasıl kanepenin üzerine bırakıverdiğini ve ancak ağır şeylerin düşüşünde çıkan bir gürültüyle ayakkabılarını çıkardığını duydum.

Elsa hikayeyi duyunca şaşırmıştı. Ona, gel, dedim şimdi bir sergiye gidiyoruz, sonra da yemek yer ve sinemaya gideriz.
'Mutfağımızda ne yapıyor ki?' dedi Elsa. 'Ne? Ocağı mı kullacak? Ortalığı toparladın mı?'
O sırada sanat okulundan bir grup insan sergi alanından çıkmış bize doğru yürüyor, Elsa peşimden geliyordu. 'Finlandiyalı ciddi bir adam. Bana önceden altmış mark ödeme yaptı. Şimdi benimle geliyorsun, bugün misafirimsin, geri kalan her şey bekleyebilir.' dedim.
Sinemada, ki geldiğimizde film çoktan başlamıştı, Elsa tek kelime etmeden aniden ayağa kalktı, sanki benimle birlikte gelmemiş gibi sıraların arasından insanları ite kaka geçip aşağılanmış gibi çıkışa gitti. Onu takip etmek için kalktım, koltuk yaylanarak geri katlandı. Sıra boyunca alçak sesli homurdanmalar ve koltuk gıcırtıları oluştu ve sesler koridora kadar peşimden geldi. Elsa, sinemanın serin holünde beni bekliyordu. Çaresizce başını salladı ve eve doğru yürümeye başladı. Yolda yürürken bir tütün dükkanında, yeni çıkmış filtreli bir sigaranın reklamını gördüm. Denemek için gidip bir paket aldım ama çıktığımda Elsa ortalarda görünmüyordu.

Yavaş yavaş, yaşadığımız eve doğru yürümeye devam ettim. Elsa'dan hiç iz yoktu. En alt kattaki dairelerin kapıları açıktı ve komşular kapılarının önlerinde duruyorlardı. Beni görür görmez sustular, istemsizce geri çekiliyor, kafalarını sanki gizli bir şeyi doğrular gibi sallıyorlardı. Merdivenleri çıktığımda nasıl da ortaya döküldüklerini fark ettim. Aynı şekilde bütün kapıların açık durduğu diğer koridora kadar bana adım adım eşlik ettiler. Beni tanır tanımaz fısır fısır konuşmalarını kesip kontrol altında tuttukları bir dehşetle beni takip ettiler. Birinci kata vardığımda, evimize yaklaştıkça artan hafif bir gaz kokusu aldım. Dairenin olduğu koridora gelmiştim ki bir kadın üzerime atladı, ellerini havaya kaldırmış, küçük ağzını çığlık atmak üzere açmıştı. Ama kadının çığlığını duyup duymadığımı hatırlamıyorum. Ona aldırmayıp diğer yüzlere baktım. Koridorun alacakaranlığında bile konuşmadan beni aşağıladıklarını görebiliyordum ve daha eve adımımı bile atmadan, Finlandiyalı'yı çoktan alıp götürdüklerini biliyordum.  

(Onlarca, roman, kısa öykü, makale ve tiyatro oyunu yazan Siegfried Lenz, hem Almanya'da oluşan Savaş Sonrası Edebiyatının (Nachkriegszeit) hem de Almanya günümüz edebiyatının önemli isimlerinden olmayı başarmış, Goethe Ödüllü bir yazardır.)

Özgün ismi: Der Gleichgültige (1961) Çeviri: Anıl Alacaoğlu

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Peter Bichsel - Masa Masadır

   Yaşlı bir adamdan, artık tek bir kelime etmeyen, yorgun yüzlü, gülümseyemeyecek kadar yorgun kimseye darılamayacak kadar yorgun bir adamdan söz etmek istiyorum. Küçük bir şehirde, caddenin sonunda ya da dörtyol ağzına yakın bir yerde oturuyordu. Onu tarif etmeye gerek yok, çünkü onu diğer insanlardan farklı kılan neredeyse hiçbir şey yoktu. Gri bir şapka takar, gri bir pantolon ve ceket giyer, kışlarıysa yine gri uzun bir palto alırdı üzerine. Derisi kurumuş, kırışmış ince bir boynu vardı, bu yüzden beyaz gömleğinin yakası ona çok bol gelirdi. Odası evin en üst katındaydı, belki evliydi ve çocukları vardı, belki daha önce başka bir şehirde yaşıyordu. Kesin olan tek şey, bir zamanlar onun da çocuk olduğuydu. Çocukların yetişkinler gibi giydirildiği bir dönemdi bu ve büyükannenin fotoğraf albümüne bakınca da görülebiliyordu. Odasında, iki sandalye, bir masa, bir halı, bir yatak ve bir dolap bulunuyordu. Küçük masanın üzerinde bir çalar saat vardı, onun yanında günü geçmiş gazeteler ve bir fotoğraf albümü duruyordu. Duvarda bir ayna bir de resim asılıydı.

   Yaşlı adam sabahları ve öğleden sonraları bir yürüyüş yapar, komşusuyla iki çift laf eder ve akşamları masasının başında otururdu.

   Bu hiç değişmezdi, pazarları dahil. Masasının başında otururken çalar saatin tiktaklarını duyardı, sadece çalar saatin tiktaklarını.

   Sonra fevkalade bir gün yaşandı, ne çok sıcak ne çok soğuk ama güneşli bir gündü, kuş cıvıltıları, dostane insanlar, oyun oynayan çocuklar vardı. Asıl olağanüstü olansa, bütün bunlar birden adamın hoşuna gitmişti.

   Yaşlı adam gülümsedi.

   Şimdi her şey değişecek diye düşündü. Gömleğinin en üst düğmesini açtı, şapkasını eline aldı, yürüyüşünü hızlandırdı ve hatta yürürken dizlerinin üzerinde yaylanıp neşelendi. Oturduğu sokağa girdi, çocukları selamladı, evinin önüne gelip merdivenleri çıktı, cebinden anahtarını çıkarıp odasının kapısını açtı.

   Ama odasında her şey aynıydı, bir masa, iki sandalye, bir yatak. Oturduğunda yine aynı tiktakları duydu. Bütün sevinci uçup gitti çünkü hiçbir şey değişmemişti. Öfkeye kapıldı. Aynada kızaran yüzüne baktı, gözlerini sıkıca kapattı, ellerini yumruk yapıp sıktı. Ellerini kaldırıp masanın üzerine vurdu. Önce bir kez, sonra bir kez daha ve masaya davulmuş gibi vurdu da vurdu. Bir şeyler değişmeli, diye bağırdı durdu.

   Sonra çalar saatin sesi duyulmaz oldu. Elleri acımaya başladı, saat çalışmıyordu, derken çalar saatin sesi yine duyuldu, hiçbir şey değişmemişti.

   Hep aynı masa, dedi adam. Aynı sandalyeler, aynı yatak, aynı resim. Masaya masa, resme resim diyorum, yatağa yatak, sandalyeye sandalye deniyor. Neden bu böyle ki? Fransızlar yatağa 'li' diyorlardı, masaya 'tabl' resime 'tablo' ve sandalyeye de 'schäs' diyorlar ve anlaşıyorlardı, çinliler de anlaşıyorlardı. Neden yatağa resim denmiyor, diye düşündü adam ve güldü, sonra tekrar ve bir kez daha güldü, ta ki komşusu duvara vurup sessiz ol diyene kadar.

   Şimdi her şey değişiyor, diye bağırdı ve bundan böyle yatağa resim diyecekti.

   Uykum geldi, resme gidiyorum, demeye başladı ve sabahları uzun süre resimde kaldı. Sandalyeye ne diyebileceğini düşündü sonra ve ona çalar saat adını koydu. Arasıra yeni diliyle ilgili hayaller kuruyordu ve çocukluğunun şarkılarını kendi diline çeviriyor, kendi kendine sessizce söylüyordu.

   Uyanıyor, giyiniyor, çalar saate oturuyor, kollarını masaya dayıyordu. Ama artık masaya masa denmiyordu, onun adı halıydı. Sabahları resimden kalkınca halının başında giyiniyor, çalar saate oturuyordu ve neyi ne şekilde isimlendirebileceğini düşünüyordu.

   Yatağa resim,
masaya halı,
sandalyeye çalar saat,
gazeteye yatak diyordu.
Aynaya sandalye,
çalar saate fotoğraf albümü,
dolaba gazete,
halıya dolap diyordu
ve artık resim masa,
fotoğraf albümü de aynaydı.

   Bu durumda, sabahları uzun süre resimde kalıyor, saat dokuzda fotoğraf albümü çalınca resimden kalkıyordu. Ayakları üşümesin diye dolaba basıyor, gazeteden kıyafetlerini alıp duvardaki sandalyeye bakıyordu. Halının başındaki çalar saate oturuyor, annesinin masasını bulana kadar aynanın sayfalarını karıştırıyordu.

   Yaşlı adam bunu eğlenceli buluyor ve bütün gün alıştırma yapıyordu. Yeni kelimeleri iyice ezberliyordu. Her şeyin adı değiştirilmişti. Artık o da bir adam değil, bir ayaktı. Ayak sabah, sabah da adam olmuştu.

   Şimdi hikayeyi kendiniz de genişletebilir, ve adamın yaptığı gibi siz de sözcükleri diğerleriyle değiştirebilirsiniz.

   Çalmak yerine basmak, üşümek yerine bakmak, kalmak yerine çalmak, kalkmak yerine üşümek, basmak yerine sayfaları karıştırmak denebilir.

   Bu durumda, adamları yaşlı ayak uzun süre resimde çalıyordu, saat dokuzda fotoğraf albümü basıyor, ayak üşüyor, sabahlar bakmasın diye dolabın sayfalarını karıştırıyordu. Yaşlı adam gidip kendine mavi bir okul defteri almış ve onu yepyeni sözcüklerle doldurmuştu ve bu işe kendini o kadar çok kaptırmıştı ki, artık neredeyse kimse onu sokakta göremez olmuştu. Her şey için başka bir isim bulmuş ve bunu yaparken gitgide doğrularını unutmuştu. Tamamen ona ait olan yepyeni bir dili vardı artık. Kısa bir süre sonra bunları çevirmek de zor gelmeye başlamış, eski dilini de neredeyse tamamen unutmuştu. Doğru kelimeleri mavi defterinde arayıp bulması gerekiyordu. İnsanlarla konuşmak, artık onu korkutuyordu, insanların neye ne dediğini uzun uzun düşünmesi gerekiyordu.

   Çünkü onun resmine insanlar yatak diyorlardı, halısına masa, çalar saatine sandalye, yatağına gazete, sandalyesine ayna diyorlardı. Fotoğraf albümüne çalar saat diyorlardı insanlar, gazetesine dolap, dolabına halı, aynasına fotoğraf albümü, masasına resim diyorlardı.
İnsanlar konuşurken duyduğunda gülmeden edemiyordu.
Birinin, yarın maça gidecek misiniz, ya da, iki aydır durmadan yağmur yağıyor, ya da Amerika'da bir amcam var dediğini duyduğunda gülmeden edemiyordu.
Gülüyordu çünkü hiçbir şey anlamıyordu.

   Ama bu keyifli bir öykü değildi. Üzücü başladı, üzücü bitecekti. Gri paltolu adam artık insanları anlayamıyordu, bu çok kötü değildi belki ama daha da kötüsü, artık insanlar da onu anlayamıyorlardı. Bu yüzden adam tek kelime etmez oldu.

Susuyor, sadece kendi kendine konuşuyordu. Artık kimseye selam bile vermiyordu.

(Peter Bichsel, kısa öyküleri ve köşe yazılarıyla tanınan İsviçreli bir yazardır. Genellikle gitgide modernleşen toplumun neden olduğu, yalnızlık, iletişimsizlik, yabancılaşma ve içe kapanma gibi yeni sorunları konu edindiği öyküler yazar.)

Özgün ismi: Ein Tisch ist ein Tisch (1969) Çeviri: Anıl Alacaoğlu

27 Mayıs 2014 Salı

Franz Kafka - Kanun Önünde

Kanun'un önünde bir kapı bekçisi durmaktadır. Taşradan bir adam, bu bekçiye gelir ve Kanun'dan içeri girmek ister. Ama bekçi, şu an onu içeriye alamayacağını söyler. Adam düşünüp taşınır ve içeriye daha sonra girip giremeyeceğini sorar.

Olabilir, der bekçi ama şimdi değil.

Kanun'a açılan büyük kapı her zamanki gibi açık duruyordur. Bekçi kenara çekilince, adam kapıdan içeriyi görmek için eğilir. Bekçi bunu fark ettiğinde güler ve Eğer seni o kadar çekiyorsa, ben içeriye girmene izin vermememe rağmen bir dene bakalım. der, Ama unutma ki, ben güçlüyüm ve bekçiler içinde en güçsüzüzüm. Her bir salonda biri diğerinden güçlü başka bekçiler var. Üçüncüsünün görünüşüne ben bile katlanamam.

Taşradan gelen adam böyle güçlüklerle karşılaşmayı ummamıştır. Kanun, herkes için her zaman ulaşılabilir olmalıdır diye düşünür adam. Ama şimdi, kürk mantolu bekçiyi iyice bir inceleyince, onun kocaman ve sivri burnunu, uzun, seyrek, simsiyah Tatar sakalını görüp en iyisinin, içeriye girme izni alana kadar beklemek olacağına karar verir. Bekçi ona bir tabure verir ve kapının yanına oturtur.

Adam oracıkta, günlerce, yıllarca oturur. İçeriye alınmak için çok uğraşır, ricalarıyla usandırır bekçiyi. Bekçi sık sık adamı küçük sorgulamalara tutar, ona nereden geldiğini ve başka birçok şeyi sorar, ama bunlar büyük beylerin sorduğu sorular gibi ilgisizce sorulurlar ve sonuç olarak bekçi hep aynı şeyi, onu içeri alamayacağını söyler. Bu seyahati için yanına bir sürü şey almış olan adam, bekçiye rüşvet vermek için çok değerli olan şeylerini bile kullanır. Gerçi bekçi her şeyi kabul eder ama Bunları sadece bir fırsatı kaçırdığını sanma diye alıyorum. diye de ekler.

Adam yıllarca, neredeyse durmaksızın bekçiyi izler durur. Diğer bekçileri unutur, bu bekçi onun Kanun'a ulaşmasının önündeki tek engelmiş gibi görünür gözüne. Bu uğursuz tesadüfe, ilk yıllarda saygısızca, yüksek sesle lanetler eder, daha sonra yaşlandığında kendi kendine homurdanmaya başlar. Gittikçe çocuklaşır, bekçiyi izlediği yıllar boyunca kürkünün yakasındaki bitleri bile tanır olduğundan, onlardan bile bekçinin fikrini değiştirmek yardım etmelerini ister. Sonunda gözlerinin feri zayıflar, artık etrafı gerçekten kararıyor mu, yoksa gözleri mi onu yanıltıyor bilemez olur. Ama karanlığın içinde, Kanun'un kapısından dışarıya yansıyan, söndürülemeyecek kadar güçlü bir parıltı fark eder. Fazla ömrü kalmamıştır adamın. Ölümünden önce, tüm bu zaman boyunca yaşadığı deneyimlerin hepsi, o ana dek bekçiye hiç sormadığı bir soruya dönüşür. Katılaşmış vücudunu artık doğrultamadığından bekçiye el eder. Aralarındaki boy farkı, zamanla adamın aleyhine değiştiğinden, bekçi adama doğru iyice eğilmek zorunda kalır. Yine ne öğrenmek istiyorsun? diye sorar bekçi, Doymak bilmiyorsun.

Herkes Kanun'a ulaşmaya çalışır. der adam, Nasıl oldu da, bunca yıl benden başka hiç kimse içeriye girmek istemedi?

Bekçi, adamın yolun sonuna geldiğini fark eder. Adamın sağırlaşan kulaklarına sesini duyurabilmek için bağırır.

Zaten buraya başka kimse giremezdi, çünkü bu giriş sadece senin içindi. Şimdi gideyim de kapatayım şu kapıyı artık. 


Özgün ismi: Vor dem Gesetz (1915) Çeviri: Anıl Alacaoğlu

Wolfgang Borchert - Mutfak Saati

 Onlara doğru geldiğini daha uzaktan görmüşlerdi, çünkü dikkat çekiyordu. Oldukça yaşlı bir yüzü vardı ama yürüyüşünden ancak yirmi yaşında olduğu anlaşılıyordu. Yaşlı yüzüyle onların yanına, banka oturdu, sonra onlara elindekini gösterdi.

   Bu bizim mutfak saatimizdi, dedi ve güneşin altında bankta oturan herkesi sırayla inceledi. Evet, ancak bunu buldum. Geriye kalan tek şey bu! Elinde tabak gibi beyaz bir mutfak saati tutuyor ve parmaklarını maviye boyanmış rakamların üzerinde gezdiriyordu.

Başkaca bir değeri yok, dedi özür diler gibi, bunu ben de biliyorum ve öyle ahım şahım bir şey de değil. Beyaz cilasıyla yalnızca bir tabağa benziyor ama bence üzerindeki mavi rakamlar da güzel görünüyor, dedi. Ama elbette ibresi tenekeden ve artık ilerlemiyor da, hayır, işin aslı bu bozuk, orası kesin ama yine de her zamanki gibi görünüyor, artık ilerlemiyor olsa da.

   Bir parmağının ucuyla tabak şeklindeki saatin kenarı boyunca dikkatle bir daire çizdi ve kısık sesle geriye sadece bu kaldı dedi. Güneşin altında bankta oturanlar ona dönüp bakmadı. Biri ayakkabısına, bir kadınsa çocuğunun arabasına bakıyordu. Sonra başka biri dedi ki:

   Her şeyinizi kayıp mı ettiniz?

   Evet, evet dedi sevinçle. Düşünün ki her şeyi, sadece bu, sadece bu saat kaldı. Sonra saati tekrar yukarıya kaldırdı, sanki diğerleri daha önce onu görmemiş gibi.
Ama artık çalışmıyor, dedi bir kadın.

Hayır, hayır, çalışmıyor, bu bozuk, bunu biliyorum. Ama yine de her zaman olduğu gibi görünüyor: mavi ve beyaz. Ve bir kez daha onlara saatini gösterdi ve en güzeli, diye devam etti heyecanla. Size henüz bundan hiç bahsetmedim. En güzeli şu ki, saat tam iki buçukta takılıp kaldı, aksi gibi tam da iki buçukta, düşünün bir!

   Öyleyse eviniz tam iki buçukta vuruldu dedi bir adam ve alt dudağını büktü. Bunu daha önce de duydum. Bomba patlayınca saatler duruyor, basınç yüzünden. Saatine baktı ve kafasını salladı. Hayır bayım, hayır, yanılıyorsunuz. Bunun bombalarla bir ilgisi yok. Sürekli bombalar hakkında konuşmanıza gerek yok. Hayır, iki buçuk, sizin bilmediğiniz başka bir şeyle ilgili. Esprisi tam saat iki buçukta durmuş olması. Dördü çeyrek geçe ya da yedide değil. Saat iki buçukta ben eve gelirdim, gece iki buçukta yani. Neredeyse her zaman tam iki buçukta! Esprisi burada.
Diğerlerini inceledi, hiç kimsenin ona baktığı yoktu. Başını sallayarak saatine döndü. Onunla konuşur gibi, döndüğümde haliyle çok aç olurdum, değil mi? dedi. Hemen mutfağa giderdim. Hemen hemen her zaman tam iki buçukta. Ve sonra annem gelirdi. Kapıyı ne kadar sessizce açsam da, o her zaman beni duyardı zaten. Ben karanlık mutfakta yiyecek bir şeyler ararken aniden ışık yanardı. Boynuna doladığı kırmızı şalıyla ve yün hırkasıyla orada, fayansla döşenmiş mutfakta, öylece dururdu, yalın ayak. Işık mutfağı çok fazla aydınlattığı için gözlerini kısardı. Ben gelmeden çok daha önce uyumuş olurdu, geceydi haliyle. Yine çok geç, derdi ve devamında başka hiçbir şey söylemezdi. Sadece bu kadar, yine çok geç. Benim için akşam yemeğini ısıtır ve yerken izlerdi beni. Sürekli ayaklarını birbirine sürterdi çünkü fayanslar çok soğuk olurdu. Geceleri terlik giymezdi.  Ben karnımı doyurana kadar benim yanımda otururdu. Odama girip ışıkları kapattığımda onun hala mutfakta, tabakları kaldırdığını duyardım. Her gece böyleydi, çoğunlukla da iki buçukta.  Annemin her gece iki buçukta benim için yemek hazırlamasını çok olağan bulurdum. Tamamen olağan. Bunu her zaman yapardı ve bana hiçbir zaman yine çok geç dışında tek kelime etmezdi. Bunu ise her seferinde söylerdi ve ben bunun asla bitmeyeceğini düşünürdüm. Bu benim için o denli olağandı, çünkü hep bu şekilde olmuştu.

Bankın üzerine bir anlığına bir sessizlik çöktü. Sonra sessizce, ya şimdi dedi. Diğerlerine baktı ama onlar ona bakmıyordu. Saate dönüp mavi beyaz yuvarlak yüzüne, şimdi, ancak şimdi anlıyorum bunun cennet olduğunu. Gerçek bir cennet. Bankta oturanlar hala sessizdi. Sonra bir kadın sordu: Ya aileniz?

   Mahcup gülümsedi. Ah, siz anne babamı soruyorsunuz. Evet onlar da gitti. Her şey gitti, düşünebiliyor musunuz her şey? Her şey gitti.  

   Yine mahcup bir birine, bir diğerine gülümsüyordu. Ama onlar ona bakmıyorlardı. Tekrar saati havayı kaldırdı ve güldü. Geriye kalan sadece bu ve en güzeli, tam da iki buçukta takılıp kalmış olması. Aksi gibi tam da iki buçukta.

Ve başka hiçbir şey söylemedi, ama yüzü hala yaşlı görünüyordu. Yanında oturan adamsa ayakkabısına bakıyordu ama ayakkabısını gördüğü yoktu. Boyuna şu cennet sözcüğünü düşündü durdu.  

Özgün ismi: Die Küchenuhr (1947) - Çeviri: Anıl Alacaoğlu


(İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya'da oluşan Yıkım Edebiyatı'nın (Trümmerliteratur) önemli yazarlarından Wolfgang Borchert, birçok cephede savaşmak zorunda kaldı, yaralandığında kendini çürüğe çıkarmaya çalıştığı gerekçesiyle yargılandı, sonunda tekrar cepheye gönderildi. Katıldığı birlik Fransız birliklerine teslim olunca, esirlerin taşınması sırasında kaçmayı başardı fakat ağırlaşan hastalıkları yüzünden zamanının çoğunu yatarak geçirmek zorunda kaldı. Savaş sonrası, tiyatro oyunları ve kabarelerde yer aldı. Yazdığı yirmiden fazla kısa öykü ve daha sonra kitaplaştırdığı şiirleri ve Kapıların Dışında (Draußen vor der Tür) isimli tiyatro oyunuyla büyük yankı uyandırdı. Karaciğer hastalığının tedavisi için gittiği Basel'de 1947'de öldü. Mutfak Saati (Die Küchenuhr) savaşın etkisiyle dağılmış aileleri ve savaş travmalarını konu edindiği öykülerinden biridir.)