Finlandiyalı
geldiğinde ay sonuydu. Ben mutfaktaki kanepeye uzanmış sigara
içiyordum. Üzerimde paltoyla birkaç saattir orada duruyor, Ella'yı
garson olarak çalıştığı Eisdiele'den almam gerekip
gerekmediğini düşünüyordum. O sırada Finlandiyalı kapıyı
çaldı. Yüzü pürüzsüz ve gergin, kalıplı bir adamdı, kolunun
üzerinde bir pardösü vardı, karamel rengi diplomat çantasını
önüne, ayaklarının arasına koymuştu. Gülümseyerek yüzüme
bakıyor ama konuşmuyordu. Yüzünde açıkça ve sessizce beni
değerlendirdiğini belli eden bir ifade vardı. Ben daha ona bir şey
soramadan, memnun bir ifadeyle başını sallayıp çantasını
yerden aldı ve beraberinde sirke gibi ekşi bir kokuyla, içeriye,
mutfağa girdi.
Tek sıkıntımız
para, dedim, başka bir şey değil, onun dışında her şeyimiz
bolca var.
Kafasını sallayıp
hem şaşırır hem de geçiştirmeye çalışır gibi bir el
hareketi yaptı. Bir an, bu iş için ziyarette bulunduğu ilk kişi
olmadığım sonucunu çıkardığım zoraki bir şaşkınlık
dolaştı yüzünde. Sonra mutfağı şöyle bir süzdü, kanepeye
doğru gitti ve kanepenin kaşındırıcı kumaşına, sıktığı
yumruklarının tüm gücüyle bir hamlede vurarak yaylarını
kontrol etti. Sonunda lavabonun önündeki iskemleye oturdu. Sigara
tabakasını çıkarıp son iki sigarasından birini bana uzattı.
Hiç konuşmadan sigaralarımızı içerken dikkatle gazlı ocağı
inceliyordu. Birden ayağa kalkıp Finlandiyalı olduğunu ve şehirde
birtakım işleri olduğunu söyledi. Birazdan evde olacak Elsa'yı
düşündüm, döndüğünde bitkin olacaktı. Kati bir acınma
ifadesiyle ona baktım. Bu ifadeyi ve içinde yatan sessiz talebimi
hemen anladı. Bana yaklaşıp mutfağımızı ona kiralamaya razı
olup olmadığımı sordu. Yavaşça kendi etrafında şöyle bir
döndü ve uzattığı elleriyle, isteğinin mütevazılığını
izah edercesine, tüm istediğim bu, fazlası değil demek ister gibi
daracık odayı gösterdi. Gazlı ocağın yanına gitti ve elinde
bir kibrit ya da ocağı yakacak herhangi bir şey olmadan gazı açıp
kontol etti. Gazın yayılışından çıkan tıslamaya benzer sesi
duyma umuduyla ocağın üzerine eğildi. Tekrar doğrulana kadar
bekledim, sonra da ocağın parasının henüz ödenmediğini, hala
taksitlerinin olduğunu ve ne zaman gaza ihtiyaç duysak ödeme
yapmak zorunda olduğumuzu açıkladım. Bu açıklama onu ikna etmiş
olmalıydı ki hak verir gibi başını salladı ve sanki anlaşmışız
gibi bir tonla, mutfağı ne zamandan itibaren kullabileceğini sordu
ve gaz ocağını fazlaca kullanacak olmasını bana nasıl
açıklayabileceğini bilmediğini söyledi. Bir elini cebini atmış,
bozuk paraları birbirine sürtüyordu. Onunla sohbet etmek, bu
şehirde ne işi olduğunu ya da mutfağı kiralamasına neyin neden
olduğunu öğrenmek istemiyordum.
Sonra bana tekrar
yaklaştı, sırıtarak safran sarısı bir cüzdan çıkardı,
avcumu açıp tüm parayı içine saydı - üç yeşil yirmilik.
Ardından elimi kapattı ve boş cüzdanını ceketine geri koydu.
Bir kez daha etrafımda dolaşıp bizi uzun süre mutfaktan mahrum
bırakmayı düşünmediğini söyledi. Sadece işi bitene kadar
kalmak istiyordu. Altmış markın hakkını vermek gibi bir niyeti
olmadığını, belki de günün kalan kısmının bile yeterli
olacağını söyledi. Banknotlar gerçekti. Paraları paltonun açık
cebine koyup bir anda Elsa'yı gidip işten almaya karar verdim. Daha
kapıyı kapatmamıştım ki Finlandiyalının kendini nasıl
kanepenin üzerine bırakıverdiğini ve ancak ağır şeylerin
düşüşünde çıkan bir gürültüyle ayakkabılarını
çıkardığını duydum.
Elsa hikayeyi duyunca
şaşırmıştı. Ona, gel, dedim şimdi bir sergiye gidiyoruz, sonra
da yemek yer ve sinemaya gideriz.
'Mutfağımızda ne
yapıyor ki?' dedi Elsa. 'Ne? Ocağı mı kullacak? Ortalığı
toparladın mı?'
O sırada sanat
okulundan bir grup insan sergi alanından çıkmış bize doğru
yürüyor, Elsa peşimden geliyordu. 'Finlandiyalı ciddi bir adam.
Bana önceden altmış mark ödeme yaptı. Şimdi benimle geliyorsun,
bugün misafirimsin, geri kalan her şey bekleyebilir.' dedim.
Sinemada, ki
geldiğimizde film çoktan başlamıştı, Elsa tek kelime etmeden
aniden ayağa kalktı, sanki benimle birlikte gelmemiş gibi
sıraların arasından insanları ite kaka geçip aşağılanmış
gibi çıkışa gitti. Onu takip etmek için kalktım, koltuk
yaylanarak geri katlandı. Sıra boyunca alçak sesli homurdanmalar
ve koltuk gıcırtıları oluştu ve sesler koridora kadar peşimden
geldi. Elsa, sinemanın serin holünde beni bekliyordu. Çaresizce
başını salladı ve eve doğru yürümeye başladı. Yolda yürürken
bir tütün dükkanında, yeni çıkmış filtreli bir sigaranın
reklamını gördüm. Denemek için gidip bir paket aldım ama
çıktığımda Elsa ortalarda görünmüyordu.
Yavaş yavaş,
yaşadığımız eve doğru yürümeye devam ettim. Elsa'dan hiç iz
yoktu. En alt kattaki dairelerin kapıları açıktı ve komşular
kapılarının önlerinde duruyorlardı. Beni görür görmez
sustular, istemsizce geri çekiliyor, kafalarını sanki gizli bir
şeyi doğrular gibi sallıyorlardı. Merdivenleri çıktığımda
nasıl da ortaya döküldüklerini fark ettim. Aynı şekilde bütün
kapıların açık durduğu diğer koridora kadar bana adım adım
eşlik ettiler. Beni tanır tanımaz fısır fısır konuşmalarını
kesip kontrol altında tuttukları bir dehşetle beni takip ettiler.
Birinci kata vardığımda, evimize yaklaştıkça artan hafif bir
gaz kokusu aldım. Dairenin olduğu koridora gelmiştim ki bir kadın
üzerime atladı, ellerini havaya kaldırmış, küçük ağzını
çığlık atmak üzere açmıştı. Ama kadının çığlığını
duyup duymadığımı hatırlamıyorum. Ona aldırmayıp diğer
yüzlere baktım. Koridorun alacakaranlığında bile konuşmadan
beni aşağıladıklarını görebiliyordum ve daha eve adımımı
bile atmadan, Finlandiyalı'yı çoktan alıp götürdüklerini
biliyordum.
(Onlarca, roman, kısa öykü, makale ve tiyatro oyunu yazan Siegfried Lenz, hem Almanya'da oluşan Savaş Sonrası Edebiyatının (Nachkriegszeit) hem de Almanya günümüz edebiyatının önemli isimlerinden olmayı başarmış, Goethe Ödüllü bir yazardır.)
Özgün ismi: Der Gleichgültige (1961) Çeviri: Anıl Alacaoğlu
Özgün ismi: Der Gleichgültige (1961) Çeviri: Anıl Alacaoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder