28 Mayıs 2014 Çarşamba

Peter Bichsel - Masa Masadır

   Yaşlı bir adamdan, artık tek bir kelime etmeyen, yorgun yüzlü, gülümseyemeyecek kadar yorgun kimseye darılamayacak kadar yorgun bir adamdan söz etmek istiyorum. Küçük bir şehirde, caddenin sonunda ya da dörtyol ağzına yakın bir yerde oturuyordu. Onu tarif etmeye gerek yok, çünkü onu diğer insanlardan farklı kılan neredeyse hiçbir şey yoktu. Gri bir şapka takar, gri bir pantolon ve ceket giyer, kışlarıysa yine gri uzun bir palto alırdı üzerine. Derisi kurumuş, kırışmış ince bir boynu vardı, bu yüzden beyaz gömleğinin yakası ona çok bol gelirdi. Odası evin en üst katındaydı, belki evliydi ve çocukları vardı, belki daha önce başka bir şehirde yaşıyordu. Kesin olan tek şey, bir zamanlar onun da çocuk olduğuydu. Çocukların yetişkinler gibi giydirildiği bir dönemdi bu ve büyükannenin fotoğraf albümüne bakınca da görülebiliyordu. Odasında, iki sandalye, bir masa, bir halı, bir yatak ve bir dolap bulunuyordu. Küçük masanın üzerinde bir çalar saat vardı, onun yanında günü geçmiş gazeteler ve bir fotoğraf albümü duruyordu. Duvarda bir ayna bir de resim asılıydı.

   Yaşlı adam sabahları ve öğleden sonraları bir yürüyüş yapar, komşusuyla iki çift laf eder ve akşamları masasının başında otururdu.

   Bu hiç değişmezdi, pazarları dahil. Masasının başında otururken çalar saatin tiktaklarını duyardı, sadece çalar saatin tiktaklarını.

   Sonra fevkalade bir gün yaşandı, ne çok sıcak ne çok soğuk ama güneşli bir gündü, kuş cıvıltıları, dostane insanlar, oyun oynayan çocuklar vardı. Asıl olağanüstü olansa, bütün bunlar birden adamın hoşuna gitmişti.

   Yaşlı adam gülümsedi.

   Şimdi her şey değişecek diye düşündü. Gömleğinin en üst düğmesini açtı, şapkasını eline aldı, yürüyüşünü hızlandırdı ve hatta yürürken dizlerinin üzerinde yaylanıp neşelendi. Oturduğu sokağa girdi, çocukları selamladı, evinin önüne gelip merdivenleri çıktı, cebinden anahtarını çıkarıp odasının kapısını açtı.

   Ama odasında her şey aynıydı, bir masa, iki sandalye, bir yatak. Oturduğunda yine aynı tiktakları duydu. Bütün sevinci uçup gitti çünkü hiçbir şey değişmemişti. Öfkeye kapıldı. Aynada kızaran yüzüne baktı, gözlerini sıkıca kapattı, ellerini yumruk yapıp sıktı. Ellerini kaldırıp masanın üzerine vurdu. Önce bir kez, sonra bir kez daha ve masaya davulmuş gibi vurdu da vurdu. Bir şeyler değişmeli, diye bağırdı durdu.

   Sonra çalar saatin sesi duyulmaz oldu. Elleri acımaya başladı, saat çalışmıyordu, derken çalar saatin sesi yine duyuldu, hiçbir şey değişmemişti.

   Hep aynı masa, dedi adam. Aynı sandalyeler, aynı yatak, aynı resim. Masaya masa, resme resim diyorum, yatağa yatak, sandalyeye sandalye deniyor. Neden bu böyle ki? Fransızlar yatağa 'li' diyorlardı, masaya 'tabl' resime 'tablo' ve sandalyeye de 'schäs' diyorlar ve anlaşıyorlardı, çinliler de anlaşıyorlardı. Neden yatağa resim denmiyor, diye düşündü adam ve güldü, sonra tekrar ve bir kez daha güldü, ta ki komşusu duvara vurup sessiz ol diyene kadar.

   Şimdi her şey değişiyor, diye bağırdı ve bundan böyle yatağa resim diyecekti.

   Uykum geldi, resme gidiyorum, demeye başladı ve sabahları uzun süre resimde kaldı. Sandalyeye ne diyebileceğini düşündü sonra ve ona çalar saat adını koydu. Arasıra yeni diliyle ilgili hayaller kuruyordu ve çocukluğunun şarkılarını kendi diline çeviriyor, kendi kendine sessizce söylüyordu.

   Uyanıyor, giyiniyor, çalar saate oturuyor, kollarını masaya dayıyordu. Ama artık masaya masa denmiyordu, onun adı halıydı. Sabahları resimden kalkınca halının başında giyiniyor, çalar saate oturuyordu ve neyi ne şekilde isimlendirebileceğini düşünüyordu.

   Yatağa resim,
masaya halı,
sandalyeye çalar saat,
gazeteye yatak diyordu.
Aynaya sandalye,
çalar saate fotoğraf albümü,
dolaba gazete,
halıya dolap diyordu
ve artık resim masa,
fotoğraf albümü de aynaydı.

   Bu durumda, sabahları uzun süre resimde kalıyor, saat dokuzda fotoğraf albümü çalınca resimden kalkıyordu. Ayakları üşümesin diye dolaba basıyor, gazeteden kıyafetlerini alıp duvardaki sandalyeye bakıyordu. Halının başındaki çalar saate oturuyor, annesinin masasını bulana kadar aynanın sayfalarını karıştırıyordu.

   Yaşlı adam bunu eğlenceli buluyor ve bütün gün alıştırma yapıyordu. Yeni kelimeleri iyice ezberliyordu. Her şeyin adı değiştirilmişti. Artık o da bir adam değil, bir ayaktı. Ayak sabah, sabah da adam olmuştu.

   Şimdi hikayeyi kendiniz de genişletebilir, ve adamın yaptığı gibi siz de sözcükleri diğerleriyle değiştirebilirsiniz.

   Çalmak yerine basmak, üşümek yerine bakmak, kalmak yerine çalmak, kalkmak yerine üşümek, basmak yerine sayfaları karıştırmak denebilir.

   Bu durumda, adamları yaşlı ayak uzun süre resimde çalıyordu, saat dokuzda fotoğraf albümü basıyor, ayak üşüyor, sabahlar bakmasın diye dolabın sayfalarını karıştırıyordu. Yaşlı adam gidip kendine mavi bir okul defteri almış ve onu yepyeni sözcüklerle doldurmuştu ve bu işe kendini o kadar çok kaptırmıştı ki, artık neredeyse kimse onu sokakta göremez olmuştu. Her şey için başka bir isim bulmuş ve bunu yaparken gitgide doğrularını unutmuştu. Tamamen ona ait olan yepyeni bir dili vardı artık. Kısa bir süre sonra bunları çevirmek de zor gelmeye başlamış, eski dilini de neredeyse tamamen unutmuştu. Doğru kelimeleri mavi defterinde arayıp bulması gerekiyordu. İnsanlarla konuşmak, artık onu korkutuyordu, insanların neye ne dediğini uzun uzun düşünmesi gerekiyordu.

   Çünkü onun resmine insanlar yatak diyorlardı, halısına masa, çalar saatine sandalye, yatağına gazete, sandalyesine ayna diyorlardı. Fotoğraf albümüne çalar saat diyorlardı insanlar, gazetesine dolap, dolabına halı, aynasına fotoğraf albümü, masasına resim diyorlardı.
İnsanlar konuşurken duyduğunda gülmeden edemiyordu.
Birinin, yarın maça gidecek misiniz, ya da, iki aydır durmadan yağmur yağıyor, ya da Amerika'da bir amcam var dediğini duyduğunda gülmeden edemiyordu.
Gülüyordu çünkü hiçbir şey anlamıyordu.

   Ama bu keyifli bir öykü değildi. Üzücü başladı, üzücü bitecekti. Gri paltolu adam artık insanları anlayamıyordu, bu çok kötü değildi belki ama daha da kötüsü, artık insanlar da onu anlayamıyorlardı. Bu yüzden adam tek kelime etmez oldu.

Susuyor, sadece kendi kendine konuşuyordu. Artık kimseye selam bile vermiyordu.

(Peter Bichsel, kısa öyküleri ve köşe yazılarıyla tanınan İsviçreli bir yazardır. Genellikle gitgide modernleşen toplumun neden olduğu, yalnızlık, iletişimsizlik, yabancılaşma ve içe kapanma gibi yeni sorunları konu edindiği öyküler yazar.)

Özgün ismi: Ein Tisch ist ein Tisch (1969) Çeviri: Anıl Alacaoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder