11 Aralık 2014 Perşembe

Heinrich Böll - Elsa Baskoleit'in Ölümü

Önceden bizim oturduğumuz evin bodrum katı, Baskoleit adında bir bakkala kiralanmıştı. Koridorlarda, her zaman ayak altında duran portakal kasaları olur ve Baskoleit'ın gelecek çöp arabası için hazır bulundurduğu çürük meyveler kokardı. Buzlu camın yarattığı loşluğun ardından, onun kötü zamanlardan yakınan, doğu Prusya'ya özgü, kaba sesini sık sık duyardık. Ama esasında Baskoleit, mutlu bir adamdı. Ancak çocukların bileceği bir şekilde biz de çok iyi biliyorduk ki, ettiği küfürler sadece bir oyundu, bizi azarlamaları da öyle. Çoğu zaman bodrumdan caddeye uzanan basamaklardan birkaçını çıkar, cepleri elma ya da portakallarla dolu olur, onları bize bir topu fırlatır gibi fırlatırdı.

Ama Baskoleit'la ilgili asıl ilginç olan şey, dansçı olmak istediğinizi bildiğimiz, kızı Elsa'ydı. Belki de zaten bir dansçıydı. Yine de, aşağıda, Baskoleit'ın mutfağının yanındaki sarı badanalı bodrumda sık sık antrenman yapardı: Üzerinde yeşil bir atletle, ayak parmaklarının üzerinde duran, dakikalarca bir kuğu gibi süzülüp etrafta hızlıca dönen ya da sıçrayan, taklalar atan, solgun, zayıf, sarışın bir kızdı. Hava karardığında, odamın penceresinden onu görebiliyordum; pencerenin dik dörtgen biçiminin içinde parlak yeşile bürünmüş zayıf bedenini, solgun ve yorgun yüzünü, bazen sıçrarken saçları sarı kafasının çıplak ampule değişini, ampulün sallanmaya başlayıp sarı ışığıyla bir süreliğine gri avluyu daha da aydınlatışını görebiliyordum. Avlunun yukarısından orospu diye bağıran insanlar vardı ama ben orospunun ne demek olduğunu bilmiyordum, bazıları da ahlaksız diye bağırıyordu, bunun anlamını bildiğimi düşünmeme rağmen, Elsa'nın ahlaksızlıkla herhangi bir ilgisi olduğuna inanamıyordum.

Sonra Baskoleit'ın penceresi aniden açılır, kızartma yağının yarattığı buharın içinde, kocaman, kel kafası belirirdi. Açılmış mutfak penceresinden avluya düşen ışığın içinden, aşağıya, karanlık avluya, tek kelimesini anlamadığım bir dolu küfür savururdu. Kısa bir süre sonra, Elsa'nın odasına yeşil kadifeden bir perde takıldı, perde o kadar kalındı ki dışarıya neredeyse hiç ışık yansımıyordu. Ama ben her gece, bu donuk parıltılı dikdörtgene bakıyor, ona göremiyor olmama rağmen onu izliyordum: parlak yeşil atletinin içinde, çıplak ampülün altında dakikalarca süzülen zayıf, sarışın Elsa Baskoleit'i.

Çok geçmeden taşındık. Büyüdüğümde orospunun ne demek olduğunu ve ahlaksızlığın da ne olduğunu öğrendim. Bir sürü dansçıyı izledim ama hiçbiri, bir daha hakkında hiçbir şey duymadığım Elsa Baskoleit'in gittiği kadar hoşuma gitmedi. Sonra başka bir şehre taşındık ve savaş başladı; uzun bir savaş. Bir daha hiç Elsa Baskoleit'i düşünmedim hatta eski şehre geri döndüğümüzde bile. Toptan meyve satan birinin yanında şoför olana kadar, bir sürü farklı iş yapmayı denedim: bir kamyonla ortalıkta dolaşmaksa, gerçekte yapabildiğim tek şeydi. Her sabah bana bir liste, elma ve portakalla dolu kasalar ve erik dolu sepetler verilir, sonra şehre yollanırdım. Bir gün kamyonun yüklendiği bir yokuşta durmuş, depo görevlisinin araca yüklediklerini listemdekilerle karşılaştırırken muhasebeci, duvarları muz afişleriyle kaplı bürosundan çıkıp depocuya, 'Baskoleit'e mal gönderebilir miyiz?' diye sordu.
'Sipariş vermiş miydi? Siyah üzüm mü istedi?'
Muhasebeci evet deyip kulağının üzerinden kalemini aldı ve depocuya şaşkınlıkla baktı.
'Bazen' dedi depocu, 'bir şeyler sipariş ediyor;siyah üzüm. Neden bilmiyorum ama ona mal gönderemeyiz. Hadi acele edin!' diye bağırdı gri önlüklü işçilere.
Muhasebeci ofisine geri döndü ve ben daha fazla, gerçekten listemdekileri mi yüklediklerini kontrol edemedim. Gözümün önüne o dikdörtgen, hafif aydınlık mutfak penceresi geldi, Elsa Baskoleit'i dans ederken gördüm, zayıf, solgun, yeşiller içinde ve o gün bana verilen güzergahın dışına çıktım.

Altında oynadığımız sokak lambalarından sadece biri hala duruyordu, onun da kafası kırılmış, sadece direği kalmıştı. Evlerin çoğu zarar görmüştü. Kamyon, yoldaki çukurlar yüzünden tangır tungur gidiyordu. Daha önce çocuk kaynayan sokakta şimdi sadece bir tane çocuk vardı: yıkık bir duvarın üzerinde oturmuş, bezgin, beyazımsı tozun üzerine şekiller çizen, solgun, siyah saçlı bir çocuk. Ben önünden geçerken kafasını kaldırıp baktı ama sonra yine boynunu büktü. Baskoleitların evinin önünde durdum ve indim. Küçük pencereleri toz içindeydi, kartondan piramitler çökmüş, yeşil mukavva kirden siyahlaşmıştı. Evin yamalı duvarlarına baktım ve tereddütle dükkana açılan kapıyı itip yavaşça aşağıya indim. Kapının yanındaki bir kartonun üzerine yığılmış, nemlenmiş baharatlar ekşi ekşi kokuyordu. Sonra Baskoleit'in sırtını ve kasketinin altından beyaz saçlarını gördüm ve sirkeyi büyük bir fıçıdan şişelere doldurmanın onun için ne zahmetli bir iş olduğunu fark ettim. Besbelli tıkacı doğru kullanamıyordu. Asitli sıvı parmaklarının üzerinden akıyordu. Yerde, ahşap zeminde ekşi ekşi kokan, ayaklarının altında gıcırdayan bir birikinti oluşmuştu bile. Tezgahın başında, ona ilgisizce bakan kırmızı paltolu cılız bir kadın duruyordu. Sonunda şişeleri doldurmuş gibiydi, ağızlarını mantarla kapattı. Az önce kapıda söylediğimi tekrar söyledim, alçak sesle, 'İyi günler' ama kimse beni cevaplamadı. Baskoleit şişeleri tezgaha koydu. Yüzü solgun ve traşsızdı. Kadına şöyle bir bakıp 'Benim kızım öldü, Elsa.' dedi.
'Biliyorum' dedi kadın boğuk bir sesle. 'Beş yıldır biliyorum. Bana ince kum lazım.'
'Benim kızım öldü.' dedi Baskoleit. Kadına baktı, sanki yeni bir şeyi söylüyormuş gibi çaresizce baktı kadına. Kadın, 'Ambalajsız olanından bir kilo.' dedi. Baskoleit tezgahın altından siyah bir fıçı çıkardı, bir ölçü küreğiyle içini karıştırdı, sonra titreyen elleriyle sarı yığını gri bir kese kağıdına aktardı. 'Benim kızım öldü.' dedi. Kadın susuyordu. Ben de etrafı inceledim ama tozla kaplanmış erişte paketlerinden, vanası hafifçe damlatan sirke fıçısından, bir kum yığınından ve üzerinde artık yıllardır olmayan bir çikolatayı sırıtarak yiyen sarışın bir çocuk resmi olan emaye levhaden başka bir şey göremedim. Kadın şişeyi koynuna sakladı ve ince kum paketini de yanına yerleştirdi. Tezgahın üzerine biraz bozuk para attı. Dönüp yanımdan geçerken bir parmağıyla yavaşça alnına vurarak bana doğru gülümsedi.

Aklımdan bir sürü şey geçti, burnumun daha tezgahın köşesine bile değmediği kadar küçük olduğum zamanları düşündüm. Artık hiç uğraşmadan, şimdi tozlu galeta unu paketleriyle dolu, bir kek firmasının adını taşıyan cam kutuya bakabiliyordum. Bir an için küçülüverdiğimi ve burnumun kirli tezgahın köşesine değdiğini, bonbon almak için elimde tuttuğum bozuk paraları hissettim. Elsa Baskoleit'i dans ederken gördüm ve bahçeden ona orospu ve ahlaksız diye bağıran insanları duydum, ta ki Baskoleit'ın sesi beni uyandırana kadar.
'Benim kızım öldü.' Bunu öyle istemsiz tekrarlıyordu ki neredeyse hiçbir şey hissetmiyormuş gibiydi. Küçük vitrinin önünde durmuş sokağa bakıyordu.
'Evet,' dedim.
'Elsa öldü.' dedi
Tekrar 'evet' dedim. Elleri kirli gri önlüğünün ceplerinde sırtını bana döndü.
'Üzümü çok severdi – siyah üzümü. Ama şimdi öldü.'
Ne istersiniz ya da nasıl yardımcı olabilirim demiyordu. Vitrinin önündeki damlatan sirke fıçısının yanında durmuş, bana hiç bakmadan 'Benim kızım öldü' ya da 'O öldü' diyordu.
Zaman etrafımda yavaşça akıp giderken hiç bitmeyecekmiş gibi uzunca bir süre orada öylece kaybolmuş, unutulmuş gibi durdum. Ancak yine bir kadın dükkana girdiğinde kendime gelebildim. Kısa boylu, tombul bir kadındı, göbeğinin önünde bir alışveriş çantası tutuyordu. Baskoleit kadına dönüp 'Benim kızım öldü.' dedi. Kadın da 'evet' deyip bir anda ağlamaya başladı, sonra da ağlayarak 'İnce kum lütfen, ambalajsız olanından, bir kilo.' dedi. Baskoleit tezgahın arkasına geçti, ölçü küreğini fıçıya daldırdı. Ben çıktığımda kadın hala ağlıyordu.

Yıkık duvarın üzerinde oturan solgun, siyah saçlı çocuk, kamyonun basamağına çıkmış merakla kontrol paneline bakıyordu. Açık camdan içeriye uzanıp sinyal kolunu sağa sola oynattı.
Ben birden arkasında belirince çocuk korktu. Çocuğu tutup solgun, korku dolu yüzüne baktım, kamyonda yüklü kasaların birinden bir elma alıp çocuğa verdim.
Onu bıraktığımda şaşkın şaşkın yüzüme baktı, o kadar şaşırmıştı ki ben korktum ve kamyona binip gitmeden önce, çoğunun ceplerini bir elmayla daha, sonra bir elmayla daha doldurdum, elmaları ceketinin içine tıkıştırdım, bir sürü elma.


(Heinrich Böll, 1972'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüş Alman yazar. 1938'de önce çalışma kampına, sonra askere alındı, piyade olarak doğu ve batı ceplerine katıldı. 1945'te İngiliz ve Amerikalılar tarafından esir alındı. Savaş bitince Köln'e dönüp üniversite eğitimine ve yazmaya başladı. En ünlü romanı 'Ve O Hiçbir Şey Demedi'yi (und sagte kein einziges Wort) savaşta yaralanan dizini tedavi ettirebilmek için 5 gün içinde yazdı ve kazandığı parayla iyileşip kariyerine devam etti.)  

Özgün İsmi: Der Tod der Elsa Baskoleit (1961) Çeviri: Anıl Alacaoğlu

4 yorum:

  1. Ben de Alman dili okuyorum ve çevirilerini çok beğendim işime de yaradı aslında devamını bekliyorum :)

    YanıtlaSil
  2. İşine yaramasına sevindim, fırsat buldukça çevirmeye çalışıyorum, teşekkürler :)

    YanıtlaSil
  3. Lohengrins Tod'u çevirdiniz mi?

    YanıtlaSil
  4. Analyse yapıyor musunuz almanca edebi metinde çok lazım oluyorda

    YanıtlaSil